İlk ışıklar aydınlatırken sabahın sessiz saatlerini biz birbirimize yabancılaşmıştık. Aynı yolları beraber hiç yürümemiş, aynı duyguda hiç ortaklaşmamış, aynı rüyaya beraber hiç dalmamıştık sanki. Tanışıyor muyduk bilinmez. Belki de hiç tanışmamıştık. Göz göze gelmiş, büyük bir umursamazlıkla yabancılaşıp ayrılmış, çok köprünün altından çok sular akıtmıştık.
Bilinmez ama; belki bir ağacın gölgesinde, belki de ıssız bir sokakta, belki de kalabalıklar içinde vedalaşmıştık. Geri dönmeyi hafızalarımızdan silmekle kalmamış, yaşananları da suya okumuştuk.
Yabancıydık, mülteciydik, tanrı misafiriydik ve hiç kimseydik birbirimize. Yaşananların silik fotoğrafları, bellekleri olmayanlardık. Uzaklarda kalan dağ köylerindeki, biçare evlerde yanan ışıkların, silik yansımaları gibiydik. Dipsiz kuyulara haykırılan seslerdik. Her ses sahibine ebedi kırgındı. Fanuslarda saklanan umursanmaz soluklardık ve hiçbir cümlede bir arada olamayacak sevinçlerdik.
Yoktuk birbirimizde. Kaynar sularla arınmaya çalışan günahkarlardan dökülenler gibi döküldük birbirimizden. Şizofrenik bir dünyanın iz düşümüydük. Hangi zamanda hangi bedende birbirimizi sevdiğimizi bilemedik. Kurtarılmayı beklemeyen, hayalet bir geminin karaya oturmuş gövdesinde, birbirinden bağımsız hayat bulmaya çalışanlardık. İtiraf edemediğimiz korkuların, bilinçaltına serpilmiş depresif nedenleriydik. Biz denilen eski bir kelimeden geriye kalan ben ve sen'dik. Ne çok sevmiştim denilen itirafların hüzünlü yüzüydük artık.
Biz yan yana gelme seçeneğine sahip olduk yalnızca. Her seçenek bir tercihin kendisiyse; biz beraber olmamayı seçtik.
Tercihleriyle sınanır insan. Ayrılığın ayazında kimsesiz rüzgarla baş başa kalır.
Ve o an başlar tüm terk edilişlerin acısı.
Pınar ANTARES
11 Aralık 2019
Comments